MECLİSTE KURULAN KOMİSYONDA AV. ALEV SEZEN'DEN DİKKAT ÇEKEN ELEŞTRİLER VE ÖNERİLER
28 Haz 2021
636
Mecliste kurulan,
“Kadına yönelik şiddetin sebeplerinin
tüm yönleriyle araştırılarak, alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi
amacıyla kurulan, Meclis Araştırması Komisyonu”’nda BİLKA (Bilge Kadın
Araştırma Merkezi) kurucusu ve Başkanı Av. Alev Sezen, dikkat çeken eleştiri ve
önerilerde bulundu.
Av. Alev Sezen, TBMM’de ki komisyonda
bir de sunum gerçekleştirdi. Sezen’in gerçekleştirdiği sunumda, öne çıkan
başlıklar ise şu şekilde…
Kadına yönelik şiddetle mücadelede;
- STK’ların rolü,
- Kadına yönelik şiddetin sebepleri,
- Alınması gereken tedbirler,
- Çözüm önerileri,
- Kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin mekanizmaların etkinliğini
artırılması için alınması gereken önlemler.
BİLKA Başkanı Av. Alev Sezen dikkat
çeken bir de öneride bulundu… Daha önce Türk Ceza Kanunundan çıkartılan ‘zina
yasası’nın tekrar Ceza Kanununa girmesi gerektiği önerisinde bulundu.
Av. Alev Sezen, komisyondaki
değerlendirmesinde, bazı kadın derneklerine de ciddi eleştirilerde bulundu.
“Zina tekrar Türk Ceza Kanunu’na
girmelidir, Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmalıdır. Zaten zina suçunun asıl
mağduru kadınken bu suçun kaldırılması için bir kısım kadın derneklerinin öncü
rol oynamış olmasını toplumumuz anlamlandıramamıştır. Şu anda zina yapan erkek
fütursuz, pervasız bir biçimde kadına, ‘git, boşa’ demektedir.” Eleştirisinde
bulundu.
Av. Alev Sezen’in yapmış olduğu sunumun tamamını…
- Kadına yönelik şiddet ile ilgili mücadelemizde milli
bir duruş sergilenmeli, konu ile ilgili politikalarımızın belirlenmesinde
değerlerimiz göz önünü alınmalıdır. Milli politikalar ile tesis edilecek doğru
bir yaklaşım kişileri etkileyebilecek ve bu konuda daha duyarlı olmalarını
sağlayacaktır.
- Kavramların psikolojiler üzerindeki etkisi dikkate alınmalıdır.
Örneğin; “aile içi şiddet”, “ev içi şiddet” yerine daha geniş bir manayı ve
korumayı sağlayıcı “hane içi şiddet” tabiri kullanılmalıdır. Bu şekilde “aile”,
“ev” gibi sevgi ve saygının, muhabbetin akla gelmesi gereken ortamlar “şiddet”
ile yan yana getirilmemiş de olacaktır.
- Kadın hakları yönünden fırsat
eşitliği talebi artık “fırsat ve muamele eşitliği” talebine dönüşmüştür. Çünkü
kadına fırsat veriliyor”muş” gibi yapılmakta sonrasında ise kadın her türlü
ayrımcılık ile karşılaşmaktadır. TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonunun
ismine “muamele” kelimesi eklenmeli “Kadın Erkek Fırsat ve Muamele Eşitliği
Komisyonu” olmalıdır.
- Kadına yönelik şiddetin sadece fiziksel şiddet olarak düşünülmesinden
vazgeçilip kanunumuzdaki düzenlemeye uygun olarak psikolojik, ekonomik ve
cinsel şiddette bu tanımın içerisinde kabul edilip uygulamada bu hassasiyetin
sağlanması için gerekli tedbirler alınmalıdır. “İhmal” şiddet tanımının
içerisine dahil edilmelidir. Suçlar sadece icrai bir şekilde değil ihmali bir
şekilde de işlenebilmektedir. Özellikle çocuklar ve yaşlılar bu şiddet türünün
mağduru olmaktadırlar.
- Kadına yönelik şiddetin sadece hane içi şiddet olarak
düşünülmesinden vazgeçilip iş hayatı, sosyal ve siyasi çalışmalar gibi her
alanda kadına karşı şiddetin durdurulması için mücadele edilmelidir. Genel bir
bakış açısıyla yapılacak mücadele sonuç verecektir. Sadece hane içindeki şiddet
dikkate alınıp kadına toplumda hak ettiği yer ve söz hakkı verilmedikçe bu
mücadele hep akamete uğrayacaktır. - Kadına yönelik hane içi şiddetin
artmasının sebeplerinin başında manevi ve ahlaki değerlerdeki zayıflama
(zinanın, alkol kullanımının, madde bağımlılığının, kumar bağımlılığının,
ikinci evliliklerin artması vb.) ile ekonomik durumdaki değişiklik (ekonomik
durumun kötüleşmesi kimi zaman ise ailenin ekonomik düzeyinin belirgin ölçüde
artması) gelmektedir.
- Şiddet uygulayan kişilerin genellikle özgeçmişlerinde
yaşanmış şiddet olguları bulunduğu ve çoğunlukla şiddetin var olduğu ailelerden
yetiştiği görülmektedir. Alkol ve/veya madde bağımlılığı bulunması ile
tanımlanmış kişilik bozuklukları ya da psikiyatrik hastalığı bulunan kişilerde
daha yoğun sıklıkla rastlanmaktadır.
- Bireyler arası dinamikler de hane içi
şiddeti etkileyen faktörlerdendir. Bunlar; düşük düzeyde evlilik içi tatmin,
bireylerin agresif hareketler sergilemesi, ideoloji, ırk ve din farklılıkları,
bir eşin özellikle kadının mesleğinin diğerinden daha iyi olması ve gelirinin
daha fazla olması, iletişim kurma yoksunluğu, evliliğe duyulan aşırı bağımlılık
ve her tür güçsüzlüktür. - İletişim probleminden kaynaklanan ilişki
bozuklukları şiddete dönüşebilmektedir. Bu durumda şiddet bir tür ifade biçimi
olarak kullanılmakta, konuşarak, normal iletişim süreci ile duygu ve
düşüncelerini ifade edemeyen kişiler kolaylıkla şiddet
uygulayabilmektedir. Toplumun iletişim konusunda genel eğitimi, problemli
ilişkilerin taraflarının ise özel olarak iletişimciler, psikologlar vb. gibi
ilgili meslek uzmanları tarafından eğitimi önemlidir. Bu tür psikolojik
destek/danışmanlık/eğitim hizmetleri kamu kaynaklarınca karşılanmalı, ücretsiz
olmalıdır.
- Çevresel stres faktörleri de hane içi şiddette rol oynamaktadır.
Bunlar; ekonomik stres, iş stresi, işsizlik, sosyal izolasyondur. - Konunun
kültürel boyutu ele alındığında daha farklı yaklaşımlar ve faktörler de ortaya
konulmuştur. Erkek egemen evlilikler aile içi şiddete daha açık olmasına
karşın, eşitlikçi evliliklerde şiddete daha az rastlanmaktadır. - Kadınların
maruz kaldıkları şiddeti durdurmada karşılaştıkları engellerin bir kısmı şu
şekildedir: Duygusal engeller; Çaresizlik ve yetersizlik duyguları, gelecek ve
değişme korkusu, “benim kabahatim, yetersizliğim” düşüncesidir. Sosyal
engeller; Aile ve arkadaş baskısı, yasal ve sosyal yardımlarda ortaya çıkan
sorunlardır. Evlilikten ayrılma süreci, kocanın şiddetin dozunu yükselttiği
dönemdir. Ayrıldıktan uzun zaman sonra da kadın kocanın şiddetine maruz kalma
riski altındadır. Kadının şiddete uğramasının çevresindeki bazı kişiler
tarafından doğal karşılanıp, aile içi özel sorun olarak nitelendirilmesi, hane
içi şiddeti “karı-koca ve aile fertleri arasına girilmez” düşüncesi ile örtbas
edilmeye çalışılması da karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik engeller; İşsizlik ve
kadının çocuklarıyla birlikte gidebileceği bir yerinin olmamasıdır.
- Kadınlar,
eşlerinin dışında eşlerinin ailesindeki erkeklerin ve kadınların ya da
kumalarının şiddetine de maruz kalabilmektedirler. Kırsal alanda yaşayan
kadınlar şehirde yaşayanlara oranla daha fazla şiddete maruz kalmaktadırlar.
Şiddet
eylemlerinde sosyokültürel farklılıklar önemli bir rol oynamamakta ve kişiler
hangi kültürel katmanda olursa olsun bu tip davranışlara eğilimli
olmaktadırlar. Kadının ve eşinin eğitim düzeyi yükseldikçe maruz kalınan şiddet
azalmasına rağmen yüksek eğitim gruplarında da önemli oranda şiddet
yaşanmaktadır ve şiddetin engellenmesi açısından kadının eğitim düzeyi, eşin
eğitim düzeyine göre daha etkin olmaktadır. - Her ne kadar mevzuatta gerekli değişiklikler
yapılıyor ise de şiddet toplumsal bir olaydır ve salt mevzuat değişiklikleri
ile halledilemez. Şiddet olayı yaşandıktan sonraki cezalandırıcı sistemi kurup
şekillendirirken bu olayları yaşanmadan engelleyecek önleyici tedbirleri de
ihmal etmemeli daha da kuvvetlendirmeliyiz. Bu nedenle toplumun dini, milli,
ahlaki ve manevi değerleri ön plana çıkarılmalı, bu değerlerin erozyona
uğraması engellenmelidir. Konu ile ilgili sosyologlar ile de çalışmalar
yürütülmelidir.
- Televizyonlarda şiddet içeren ve ahlaki yozlaşmaya sebep olan
yayınlar engellenmelidir. “Eleştiri mahiyetinde yer veriyoruz” bahanesinin
arkasına saklanarak topluma olumsuz örnek teşkil eden kadına yönelik şiddet
sahnelerine yer verilmesinin önüne geçilmelidir. Kadına şiddete maruz kalması
durumunda haklarının neler olduğunu kısa ve öz biçimde anlatan kamu spotları
prime-time vakitlerinde yayınlanmalı, kamu spotları yasak savma kabilinden
nerede ise kimsenin televizyon seyretmediği vakitlerde yayınlanmamalıdır. -
Şiddet içerikli internet oyunları, videolar engellenmelidir. - Sığınma
evlerinin fiziki şartları iyileştirilmeli, sayıları arttırılmalıdır. Sığınma
evlerinde kalan çocuk sahibi kadınlara çocuklarıyla birlikte kalabileceği uygun
ortamlar hazırlanmalıdır. Sığınma evlerinde kalan şiddet mağduru kadınların
fuhuş çetelerinin hedefinde olduğu unutulmamalıdır. - Alkol kullanımının
azaltılması, madde kullanımının yok edilmesi, her türlü kötü alışkanlığın
bırakılması için uygulanabilir düzenlemeler yapılmalı bunları destekleyici kampanyalar
düzenlenmelidir.
- 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda yer
alan ruhsatsız silah ve yine mezkûr kanunda sayılan bıçak ve diğer aletler ile
ilgili cezalar artırılmalıdır. Silah ruhsatı almanın şartları ağırlaştırılmalı,
denetimler sıkılaştırılmalıdır. - Kadına yönelik şiddetin en ağır tablolarından
biri olan “Çocuklarla Evlilikler” konusunda gereken hassasiyet gösterilmeli,
gündeme gelen 13-14 yaşındakiler ile ilgili af teşkil edecek girişimler
desteklenmemelidir. Bu tür aflar “bir kereye mahsus” gibi yaklaşımlar
sergilense de bilindiği üzere toplumdaki yansıması bu olmayacaktır. “Nasıl olsa
af ediliyor” mantığı ile bu evlilikler daha da artacak kuvvetle muhtemel
evlenilen kız çocuklarının yaşı dahi düşecektir.
• “Erken yaşta evlilikler”
yerine “Çocuklarla evlilikler” tabirinin kullanılması durumun daha açık ve net
bir biçimde ortaya konulmasını sağlayacaktır.
• Vahametin farkında olan
çoğunluğun dışında iki farklı görüş de gündeme gelmektedir. Bir kesim küçük
yaştaki çocuklarla ilgili olarak cinsel ilişkinin serbest olmasını, bir kesim
ise nikâhlanılabileceğini savunmaktadır. Burada belirli koşullar ileri
sürülmektedir. Cinselliğin serbest olmasını savunanlar belirli bir yaş
altındakilerin cinsel ilişkisini ancak akranlar arasında olursa kabul etmekte,
belirli bir yaş altındakilerin nikâhlanabileceğini savunanlar ise buluğa
erdikten sonra her yaşta evlenilebileceğini kabul etmektedir. Akranlık kavramı
neye ve kime göre belirleneceği belli olmayan göreceli ve tartışmalı bir konu
olarak karşımıza çıkacak, yaş aralığı tespit etmek gerekecek ve bu yaş aralığı
da zamanla kalmayacaktır. Buluğa ermek konusu da muammalı bir konudur. Çünkü
günümüzde dış etkenler, gıdalar ve psikolojik sebeplerle çocuklar erken yaşta
buluğa ermekte hatta ilkokulda bile adet olan kız çocukları karşımıza
çıkmaktadır. İşin asıl dikkat çekici yanı farklı, birbirine tamamen tezat gibi
görünen her iki görüşün de aslında küçük çocuğun cinsel ilişkiye girmesi
üzerinde pek de bir fikir ayrılıklarının olmamasıdır. Asıl fikir ayrılıkları
bunun nikâhlı mı nikâhsız mı olacağı yönündedir. Konunun asıl öznesi olan küçük
çocuğun fizyolojik ve psikolojik yönden böylesi bir ilişkiye hazır olup
olmadığı veya nikâhın manasını anlayıp anlamadığı, bunun sonuçlarına katlanıp
katlanamayacağı, sonraki hayatının nasıl şekilleneceği gibi sorular
gündemlerinde yoktur.
• Çocuklarla evlilikler aynı 15-18 yaş aralığındaki çocuklarla ilgili kanuni
düzenleme sonucunda olduğu gibi 15 yaş altı çocuklarımızı da fuhuş çeteleri de
dâhil olmak üzere büyük bir sömürü çarkının içerisine sokacak, kötü niyetli
kişilerin hatta pedofililerin (sübyancıların) eline düşürecektir.
• Çocuklarla
evlilikler ayrıca “Çocuk anneler” sorununu da birlikte getirmektedir. Kendisi
bebeklerle oynarken evlendirilen çocuk artık kendi çocuğunu kucağına
almaktadır. Eğitimini, gelişimini tamamlayamamış bu çocuk anneler ne kadar
isterlerse istesinler kendi çocuklarını ne kadar iyi ve donanımlı
yetiştirebilirler? Bu durumda annenin ve çocuğun psikolojisi nasıl olacaktır? -
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun
yürürlükten kalkması ile ilgili cılız da olsa seslere kesinlikle itibar
edilmemelidir. Son derece mühim, gerekli ve tabiri caiz ise “ilk yardım”
mahiyetindeki bu kanun yürürlükte kalmalıdır. Lakin uygulamadan kaynaklı
sorunlar giderilmelidir. Bu sorunlar kamuoyuna yansıtıldığı gibi sadece
erkekleri değil kadınları da mağdur etmektedir. 6284 sayılı Kanun ile İlgili
Yapılması Gerekenlerin Genel Çerçevesi şu şekilde olmalıdır:
• 6284 s.lı
Kanunun uygulamadan ve uygulayıcılardan kaynaklı aksamaları giderilmelidir.
•
Hâkimlerin üzerindeki medyatik ve siyasi baskı giderilmelidir.
• Bakanlıkların
davalara müdahil olarak katılma hakkı gözden geçirilmelidir. Özellikle ceza
davalarında gerçekte kamu avukatı olan savcı zaten kamuyu temsil etmekte ve
Bakanlıktan emir alabilmektedir. Dolayısıyla gerekli müdahaleler ve talepler
savcı vasıtasıyla yapılabilmektedir.
• “Ailenin Korunması” çok geniş bir ifade olduğundan farklı beklentilere sebep
olmaktadır, bu sebeple ismi değiştirilmelidir. Kanun başlığı “Şiddet Mağdurunun
Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” olmalıdır. Başlığın
“Şiddet Mağdurunun Korunması ve Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” olması ve
uygulamaya paralel olarak daha geneli kapsayıcı olması da teklif edilebilirse
de kadına yönelik şiddetin ayrıca vurgulanması şu aşamada daha doğru olacaktır.
• “Ev içi şiddet” yerine “hane içi şiddet” tabiri kullanılmalıdır.
• Aile
bireylerinin kapsamı yargı içtihatlarıyla da olsa toplumu rahatsız etmeyecek
şekilde açıkça ortaya konulmalıdır.
• Tedbir süreleri durumun gereklerine göre
tespit edilmelidir.
• Tedbir kararlarına itirazlar daha objektif bir biçimde
incelenmelidir.
• Fertler kendini şiddet eğiliminden uzak tutmak için geliştirmeli
ve eğitmelidir.
• Devlet bu gelişim ve eğitim için gerekenleri yapmalıdır.
(Aile danışmanlığı geliştirilmeli sorunlar boşanma aşamasına gelmeden
çözülmelidir. / Evlenecek kişiler daha bilinçli hale getirilmeli, evlenmeden
boşanmayı düşünür olmaktan çıkarılmalıdır. / Dini eğitimlerin içeriği yeniden
düzenlenmeli, yanlışlar ortadan kaldırılmalı ve eksikler giderilmeli, ahlaki
yükselme sağlanmalıdır.)
• Medya sıkı bir denetim altında olmalı, caydırıcı
yaptırımlar getirilmeli ve getirilen yaptırımlar uygulanmalıdır.
- İş hayatında
kadına yönelik şiddet ile mücadele en güçlü şekilde verilmelidir. Büyük bir
ekonomik sömürü, psikolojik (mobbing) ve ekonomik şiddet sarmalının içinde
kalan kadına her türlü destek verilmelidir. İş hayatındaki ayırımcılığa maruz
kalan kadınlar erkeklerden daha az ücret almakta ve ikinci sınıf çalışan
konumunda olmaktadırlar. Kadınların erkeklerle aynı ücreti alabilmesi için
onlardan kat be kat fazla eğitime sahip olması ve çok daha fazla mesai
yapması/çalışması gerekmektedir. Bu durum sadece alt kademe çalışanlarda değil
üst kademe çalışanlarda da en belirgin şekilde kendini göstermektedir.
- İş hayatında genelde prezantasyon için kadınlar, yönetim kademeleri için
erkekler tercih edilmektedir. Yönetim kademelerinde erkek egemenliği mevcuttur.
Kadın her türlü zorluğa gerek ekonomik sebepler gerekse meslek aşkı sebebi ile
dayanmaktadır. - Atamalarda kadının cinsiyeti, evli ve çocuk sahibi olması
karşısına hep bir engel olarak çıkarılmaktadır. - İşe alımlarda kadının belirli
bir süre hamile kalmaması şartı koşulmaktadır. - Kadın mobbinge maruz kalmakta
kariyer yapması engellenmektedir. Kadın yöneticilerin de en çok kadınlara
mobbing uyguladığı göz önüne alındığında ast durumundaki kadınlar hem erkek hem
kadın yöneticilerin mobbing mağduru konumundadırlar. Maalesef intiharlara dahi
sürüklenilmesine yol açan işyerinde psikolojik taciz (mobbign) TCK’da yer
almamaktadır. Ceza davalarında genel hükümler üzerinden gidilmektedir. Hukuk
davalarında ise mobbingin ispatı Adli Tıp raporu alınmasına bağlanmaktadır.
Ancak herkesin dayanma eşiği farklıdır, bir kimsenin diğerine göre tacizlere
daha fazla dayanıyor olması onun mobbinge maruz kalmadığını göstermez.
Mobbingin her türlü delille ispat edilebiliyor olması gerekmektedir. - İş
hayatında kadınların karşısına çıkarılan zorluklar kıyafeti yönünden de hiç
fark etmemektedir. Başörtülü olduğu için tepki alan olduğu gibi başı açık
olduğu içinde bu tepkiyi alanlar bulunmaktadır. Başörtülü çalışanların bir
şikâyeti de çalıştığı kurumun "başka yerde çalışamazsın" diyerek
sömürüyü arttırmasıdır.
- İş yerinde kadının uğradığı cinsel tacizin birtakım
araştırmalarda ortaya çıkan orandan daha fazla olduğunu düşünmekteyiz. Cinsel
suçlar kapalı yer suçları olduğu için dile getirilmesi çok zordur. Cinsel tacizin
dışında flörtöz tacizden de bahsedilmektedir ve flörte olumlu cevap verenlerin
daha çabuk ilerlediği dile getirilmektedir.
- “Çalışan kadının ikili yükü” olarak adlandırılan çalışan kadının iş ve aile
hayatındaki sorumlulukları sonucunda hem süper anne hem iyi bir çalışan olma
gayreti kadına zarar vermektedir. Bu sorumluluklar arasında bocalamakta ve
birine ağırlık verdiğinde diğerinde yaşadığı aksamalar psikolojisini
bozmaktadır. Kadınlara bu konuda destek verilmeli ve ondan bu beklentiye
girilmesinin haksızlığı gündeme getirilmelidir.
- STK çalışmaları yönünden
kadına yine belirli alanlar biçilmiştir. İş hayatında biçilen görevler gibi
(öğretmen, hemşire, sekreter vb.) STK çalışma alanları da aile, kadın ve çocuk
ile sınırlanmaktadır. Bu sınırlama elbette ki gayri resmidir ve az da olsa
istisnaları vardır. BİLKA (Bilge Kadın Araştırma Merkezi) bu istisnalardandır
ve Türkiye’nin öncü kuruluşlarından biri olarak aile, kadın ve çocuk ile ilgili
önemli çalışmalara imza atmasının dışında her alanda çalışmalar ortaya
koymakta, karar mercilerine veri sağlamakta ve kamuoyu ile paylaşmaktadır. 15.
senesine girecek olan BİLKA Bakanlık düzeyinde sadece Aile ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığı’nın çalışmalarına davet edilmekte diğer bakanlıklar düzeyinde tek bir
davet bile almamaktadır.
- STK’ların kadına yönelik şiddet ile ilgili
çalışmalarında veri talepleri resmi mercilerce ivedilikle karşılanmalı,
idareler azami desteği vermeli ve alan araştırmalarında her türlü kolaylık
sağlanmalıdır. - Resmî kurumlarca maddi destek verilen kadına yönelik şiddet
ile ilgili STK çalışmaları daha sıkı denetlenmeli ve maddi talepler açısından
sonuca katkısı olacak çalışmalar tercih edilmelidir. - Kadın çalışmaları yapan
STK’lar ekonomik yönden desteklenmelidir. Bu sadece para verme olarak
düşünülmemeli alınması gereken bir kısım meblağların alınmaması şeklinde
kendini göstermelidir. Kadın STK’lara genelde kadınların üye olduğu ve
kadınların erkeklere göre ekonomik durumlarının maalesef ki daha zayıf olduğu
düşünüldüğünde kadın STK’lar da üye aidatı almanın bile bir lüks olduğu
unutulmamalıdır.
- Kadın çalışmaları yapan STK’ların ekonomik durumunun zayıflığı sebebiyle
toplantı için kamuya ait yer tahsislerinde öncelik verilmesi gerekmektedir. -
Kamuya yararlı dernek statüsüne sahip derneklerin listesine baktığımızda yine
kadın çalışması yapan STK’ların “adı yok” hükmünde olduğunu, isminden bile
lokal işletmekten öteye gitmediği belli olan SKT’ların bu listeye dahil
olduğunu görmekteyiz. Örneğin; BİLKA olarak 2012’de bu statü için resmi müracaatımızı
yapmamıza rağmen apolitik olan STK’mıza halen bir dönüş olmamıştır. Mevzuat
değişikliklerinde rol oynayan, yaptığı çalışmalarıyla karar mercilerine katkı
sunan, kamuoyunun güvenini kazanmış, Türkiye’nin öncü kuruluşlarından olan
BİLKA’nın dahil olamadığı kamuya yararlı dernek listesine baktığımızda sistemin
yaklaşımının ne olduğunu daha net bir şekilde görmekteyiz. - STK çalışmalarına
ilgi ve desteğin arttırılması için “STK üyeliği kültürü” oluşturulmalıdır.
Hatta kişilerin bir değil birden fazla STK’ya üye olması toplumu ileriye
taşıyacak bir duruşa sahip olmasını sağlayacaktır.
- “Sadece kendimiz için
değil başkası için de mücadele etme kültürü” oluşturulmalıdır. Bu şekilde
başkalarının mağduriyetleri karşısında susmak yerine ses çıkarma cesaretini
gösterebiliriz. Bu kadına yönelik şiddet ile mücadeleye de ivme kazandıracak
herkesin katkısı alınmış olacaktır. - “Kadınların her alanda kadınları
desteklemesi kültürü” oluşturulmalıdır. Çünkü kadınlar erkeklerle mücadele
ederek geldikleri mevki ve makamlarda kimi zaman bazen erkeklerden önce
kadınların karşı duruşuyla karşılaşmaktadırlar. - Kadının kocaya nafaka ödemesi
için eski kanunda yer alan “hal-i refah şartı” tekrar getirilmelidir. Bu
şekildeki bir düzenleme Anayasamızda yer alan pozitif ayrımcılık anlayışına da
uygun olacaktır.
- Kadının boşanma veya ayrılık sürecinde lehine hükmedilip icraya konulan
nafakadan tutarı ne olursa olsun hiçbir isim altında, hiçbir şekilde kesinti
yapılmamalı, harç ve masraf kesilmemelidir. Nafaka alacaklarının takip ve
tahsilinde amme alacaklarına uygulanan usul (6183 s.lı Kanun) uygulanmalıdır. -
Yargıtay icra işlemi başlatılmadan önceki nafaka alacaklarını nafaka alacağı
saymayıp, adi alacak hükmünde görmektedir. Bu nedenle bu nafakalar ödenmediği
takdirde açılan nafaka ceza davalarını reddetmektedir. Bir alacağın vasfını,
mahiyetini icraya konulup konulmaması belirlemez, alacağın vasfı ve mahiyeti
mahkeme hükmüne göre belirlenir. Mahkemenin nafaka olarak vasıflandırdığı
alacak nafaka alacağıdır. Nafakaya icraya koyma şartına bağlı olmaksızın
ödenmemesi halinde hapis cezası maddesi uygulanmalıdır. - Her devrin sorunları
o devrin şart ve gereklerine uygun olarak çözülmelidir. Yaklaşık bir asır
önceki şartlara göre (nüfus, dosya sayısı, sosyo-kültürel yapı, teknoloji…)
düzenlenen nafaka, çocuk teslimi, vesayet, adli müzaheret gibi konularda ortaya
çıkan sorunlar bu sebeple ya çok zor çözülmekte ya da kangrene dönüşüp
çözülememektedir. Bu nedenle bu konularda çağın ihtiyaçlarına uygun, vatandaşın
işini tek bir noktada görebileceği, bünyesinde ilgili uzmanlarında görev
yapacağı, kurum ve kuruluşlar ihdas edilmelidir. Bu konular “Denetimli
Serbestlik Büroları” gibi Bakanlığa bağlı birer daire tarafından (Nafaka
Bürosu, Çocuk Teslimi Bürosu, Vesayet Bürosu, Adli Yardım Bürosu) takip ve
idare edilmelidir. Bu yeni daireler Adalet Bakanlığı veya Aile ve Sosyal
Hizmetler Bakanlığı bünyesinde yer alabilir. İdare ve kontrolleri Denetimli
Serbestlik Bürolarında olduğu gibi hâkim ve savcılara bırakılabilir. Bu suretle
adli-hukuki bir kontrol (yargı denetimi) imkânı da elde edilmiş olur. Böylece
adliyeler işleyişlerini hantallaştıran, asli yargılama görevinin dışında kalan
bir kısım ağır yüklerden de kurtulmuş olurlar.
- Nafaka hapis cezaları şu anda
en fazla geriye yönelik 3 aylık nafakalar için uygulanmaktadır. Uzun süreler
hatta yıllarca nafaka borcunu ödemeyen borçlu aleyhinde ceza davası açıldığında
mahkûmiyet halinde borçlunun son 3 aylık nafaka borcunu ödemesi halinde
mahkemenin ceza kararı ortadan kalkmaktadır. Kalan nafaka tutarı için cezai
yollar kapanmakta alacak adi alacak hükmüne girmektedir. Nafaka ceza
davalarında süre sınırlaması ya tümden kaldırılmalı veyahut da en az son iki
yılı kapsayacak şekilde genişletilmelidir.
- Nafaka ödememek veya daha düşük nafaka ödemek için geliri hakkında gerçeği
gizleyen, mahkemeye yalan beyanda bulunan nafaka borçluları hakkında TCK m. 206
hükmü (Resmî Belgenin Düzenlenmesinde Yalan Beyan Suçu) -tecil veya HAGB
uygulanmaksızın- hapis cezası olarak tereddütsüz üst sınırlardan uygulanmalıdır.
- Zina tekrar TCK’da suç olarak tanımlanmalıdır. Zaten zina suçunun asıl
mağduru kadın iken bu suçun kaldırılması için bir kısım kadın derneklerinin
öncü rol oynamış olması toplumumuzca anlamlandırılamamıştır. Zina yapan erkek
artık pervasızca ekonomik durumu zayıf ve çoğu zaman eğitimsiz olan kadına “git
boşa” demektedir.
- TCK’daki Reşit Olmayanla Cinsel İlişki Suçu (m. 104) tekrar
res’en kovuşturulur hale getirilmelidir. Şikâyete bağlı hale getirilmiş olması
sebebiyle 15-18 yaş arasındaki kız çocuklarının cinsel yönden istismar
edilmelerinin ve fuhuş çetelerinin eline düşmesinin önü açılmıştır. - Anayasa
Mahkemesinin ilgili hükümleri iptal etmesi ile kadının evlenmeden önceki
soyadını evlilik içerisinde tek başına kullanmasının ve kadının boşandığında
velayeti kendisine verilen çocuklara kendi soyadını verebilmesinin yolu
açılmıştır. Bu uygulamalar “aile toplumun temelidir” anlayışına tamamen zıttır.
Anayasa Mahkemesi bu kararı ile Anayasadaki toplumu ayakta tutan en temel
ilkelerinden birisini yok saymaktadır. Bu tür uygulamalar aile bireyleri
arasındaki birlik ve beraberliği zedeleyecek, biz duygusunu, aidiyet hissini
yok edecektir. Daha evlenmeden boşanmayı düşünen yeni nesil üzerinde yıkıcı
etkisi olacak, aile birliği kurulurken boşanma sürecine de girecektir. Bu
yaklaşım boşanma oranlarının hızla arttığı ülkemizde bu oranların artan bir
ivme kazanmasından başka bir sonuç vermeyecektir. Ayrıca nesep yönünden
belirsizliklerin, karışıklıkların kapısı da sonuna kadar açılacaktır.
Mevzuatımızda zaten evlenen kadına evlenmeden önceki soyadını da taşıyabilme
imkânı verilmektedir.
- Kadınlara siyasi hayatta yeterince yer verilmemesi ve çoğu zaman vitrin
olarak kullanılması kadınların siyasi hayatta temsiliyetlerinin zayıf olmasına
sebep olmaktadır. Kadınlar siyasi alanda da mağdur olmakta yeri gelip ezilip
dışlanmakta ikinci sınıf konumunda muamele görmektedirler. Onur kırıcı bu durum
kadına karşı bir ayrımcılık dolayısı ile psikolojik bir şiddettir. Seçimlerde
kadınların adil bir şekilde temsilinin sağlaması, seçim listelerinin buna göre
belirlenmesi, azami düzeyde kadın adaya yer verilmesi gerekmektedir. Dünyada
seçimlerde “fermuar sistemi” hayata geçirilirken kadınlara seçme ve seçilme
hakkının verildiği ilk ülkelerden olan Türkiye’de bunların yaşanıyor olması
üzücüdür.
- Uluslararası düzeyde de kadına yönelik şiddetin boyutları her geçen
gün artmaktadır. Dünyada savaşlar nedeni ile var olan kaos ortamında kadınlar
büyük mağduriyetler ile karşı karşıya kalmaktadır. Savaş ve benzeri koşullarda
kadınlar özellikle cinsel ve fiziksel şiddetin kurbanı olmakta, "düşmanın
kadınlarına" yönelik taciz ve tecavüz sıradan bir savaş yöntemi olarak
kullanılmaktadır. Bu tür ortamlarda herhangi bir suçla gözaltına alınan
kadınların cinsel tacize uğrama ihtimali de yüksektir. Savaşlar sebebi ile
yerlerinden olanların çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Organize örgütlerce kadın ticareti, köleliği ile fuhuş batağına zorla
sürüklenen kadınların sayısı giderek çoğalmaktadır. Bu sebeple savaş hukuku
ihlalleri iyi takip edilmeli ve cezasız bırakılmamalıdır. Uluslararası kadın
ticareti ve fuhşa zorlanan kadınlar için ülkeler arası iş birliğine gidilmeli
ve bu iş birliği sürekli olarak geliştirilmelidir. Nüfusumuzun nerede ise
%5’ine tekabül eden, savaş bölgelerinden ülkemize gelmiş geçici koruma
altındakilerin yarıdan fazlası kadın ve kız çocuklarından oluşmaktadır.
Dolayası ile bu tür mağduriyetler bizleri yakinen ilgilendirmektedir.